Kötülük nedir? Bu, yüzyıllardır sorulagelen bir sorudur. Düşünce tarihinde kendine güçlü bir yer bulan, özellikle teolojinin üzerinde çalıştığı Tanrı eksenli sorulan bu soru, içinden çıkılmaz cevap verilemez bir hal aldığında bile, düşünürler onu çözmek için girişimde bulunmaktan kaçınmamışlardır. Öte yandan Tanrı eksenli bir kötülük sorununun çözümündeki başarısızlıklar tam anlamıyla kavrayamadığımız bir alana ait olduğu içinbelki mazur bile görülebilir. Peki, ya günlük yaşamda her gün karşılaştığımız, el sıkıştığımız, selam verdiğimiz, tebessüm ettiğimiz, sevincimizi, derdimizi kısacası hayatımızı paylaştığımız insanların ekseninde bu soruyu soracak olursak ne tür bir cevap verebiliriz? Burada bilgimizin gücünü aşan, kötülük yapma gerekçesini anlayamadığımız bir alandan bahsetmiyoruz. Burada bahsettiğimiz alan bizzat bizim ürünümüz olan, içinde yaşadığımız, kendimizin belirlediği çevredir. Kendi çevremizde bizzat insan eliyle yapılan "kötülük nedir?" sorusu, günlük yaşam deneyiminde kötü olan kişinin kendisinin de becerikli bir şekilde cevaplayabildiği ve öteki üzerinden tanımladığı bir eyleme biçimini açığa çıkarmaktadır. Üstelik kötülüğün açığa çıkışı bile bizim içsel deneyimimizden hareketle olur, biz onu ancak bize bir şey çarptığında fark ederiz ve içselleştirerek izini süreriz. Bu çalışmanın konusu buradan hareketle iki aşamadan oluşmaktadır. İlki, insan eliyle yapılan, yaşadığımız ve bizzat kendimizin kurduğu çevremizde oluşan kötülüğün ne olduğunun sorgusudur. İkincisi ise, iftira ve gıybetin araç olarak kullanılması suretiyle ortaya çıkan kötülüğün, şiddete kadar giden çizgisi ve sıradanlaşmasının nasıl bir insanlık suçu haline geleceğidir.