Avrupa, küreselleşmenin de etkisi ile uzun yıllardan beri geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin vatandaşları için cazibe ve istihdam merkezi olmuştur. Kimi zaman emek piyasasının gereksinimlerini karşılamak için göçü teşvik edici yasalar çıkartan Avrupa devletleri, modern çağın ilk kitlesel göç deneyimini, 1990’lı yıllarda Yugoslavya’nın dağılması ile yaşamıştır. Yugoslavya’nın dağılması ile oluşan göç krizi, o yıllarda henüz “Schengen Bölgesi”nde ulusal sınırlar kaldırılmamış olduğundan, yoğunlukla Yugoslavya’nın sınır komşuları olan Almanya ve Hollanda’yı etkilemiştir. 21’inci yüzyılın başında ise Avrupa, bölgesel çatışmalardan kaçan sığınmacıların sınırlarına ulaşması ile ikinci kez, güçlü bir kitlesel göçün hedefi haline gelmiştir. İlk başlarda, sığınmacı akınına insancıl söylemlerle yaklaşan Avrupa Birliği (AB) devletleri, sonrasında kendi aralarında fikir birliği sağlayamadığı gibi, zaman içerisinde, sınırlarını korumayı önceleyen bir tutum sergilemiş ve ağırlıklı olarak güvenlik tedbirlerine dayalı politikalar gütmeyi tercih etmişlerdir. Arap Baharı’nın “artçı etkisi” olan kitlesel göçün yükü, doğuda Türkiye ve güneyde İtalya ile Malta’nın üzerinde kalmıştır. Yasa dışı göç ve suç ile mücadele maksadıyla kurulan Avrupa Birliği Üye Ülkelerinin Dış Sınırlarının Yönetimi İçin Operasyonel İşbirliği Ajansı’nın (FRONTEX), kolluk kuvvetleri marifetiyle sığınmacıların geri itilmesine varan uygulamaları, birçok açıdan eleştirilen konulardır. Ancak, güvenlik önlemleri ve kuvvet kullanımıyla kitlesel göçün engellenmesinin mümkün olmadığı tarihin değişik aşamalarında tecrübe edilmiştir.
Bu bağlamda hazırlanan çalışmanın amacı, eleştirel bir yaklaşımla güvenlikçi önlemlerin yerine sosyal politika perspektifli tedbirlerin geliştirilmesinin önemine dikkat çekmektir. Göçmen işgücünün sanayileşmiş toplumlarda ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Göçmenlerin yasal çerçevede ve uygun şartlarda kayıt altına alınmaları, insan hakları bağlamında en doğal haklarıdır. Bu doğal hakkın, AB’deki yasal karşılığının ne durumda olduğunun teorik bir çalışmayla araştırılması maksadıyla nitel araştırma yöntemi tercih edilmiştir. Göç rakamları ve tarihi süreçteki deneyimlerin incelenmesi amacıyla “ikincil kaynak araştırması” metodu ile doküman incelemesine ağırlık verilmiştir. Çalışmanın sonucunda, AB’nin güvenlikçi yaklaşımının, zaman zaman uluslararası ölçekte tanınan insan ve sığınmacı haklarını zorlayan ince bir çizgide olduğunu belirtirken, sosyal politika üretiminin söylemlere göre geride kaldığını belirtmek yanlış olmayacaktır. Güvenlik önlemleri kapsamında, geri itme gibi insanlık dışı hareketler kabul edilemez olduğu gibi sınır güvenliği adı altında yapılan harcamaların doğru sosyal politikalara yönlendirilmesinin daha isabetli ve kalıcı çözümleri destekleyeceği göz önünde bulundurulmalıdır.