İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye ve komşularının yer aldığı bölgede yaşanan bir dizi gelişme savaş sonrasının uluslararası siyasetine ilişkin önemli veriler sunmaktadır. İran ve Yunanistan’daki çatışmalarla birlikte Türk-Sovyet krizi iki kutuplu dünya gerçeği ile dünyanın tanışmaya başladığı önemli olaylar olarak kayıtlara geçti. Savaş boyunca tarafsız pozisyonunu koruyan Türkiye, savaşın bitiminde yeni dönemde nasıl bir uluslararası konuma sahip olacağı sorusu ile karşı karşıya kalmıştı. Bu belirsizliğin ortasında Sovyetlerle birikmiş olan gerilimler Sovyet hükümetinin 1925 antlaşmasını uzatmama kararı, Boğazların ortak yönetimi ve Doğu Anadolu’dan toprak talepleri ile birlikte bir diplomatik krize dönüştü. Amerika Birleşik Devletleri hem konjonktürel hem de tarihsel nedenlerle bu krize tepki vermesi zaman aldı. Diğer sorunlarla birlikte Türk-Sovyet krizinin kendisi de ABD’nin bir süredir yönetici çevreler arasında olgunlaşmakta olan dünya egemenliği fikrinin somut politikaya dökülmesinde özel bir rolü oldu. Dünya egemenliğinin somut politikaya tercümesi hem ABD’de yönetim ve kadro değişikliğini, hem de egemenlik fikrinin yeni dönemin koşullarına uygun bir doktrine dönüşmesini gerektirdi. Bu doktrinin ana unsuru “hür dünya” ile “komünizm” arasındaki karşıtlıktı. Türk-Sovyet krizi bu karşıtlığın somutlandığı ideal bir olayı teşkil etmekteydi. ABD’nin nihai olarak bu krize müdahalesi ABD’nin dünya liderliği iddiasını yüksek sesle dile getirmeye başladığı bir süreçte gerçekleşti. Türkiye’de yönetim açısından bu müdahale memnuniyetle karşılandı. Çünkü Türkiye’nin konumlanışına ilişkin belirsizlikler ortadan kalkıyor ve Türk yönetici sınıfı Avrupa’nın en büyük gücüne dönüşen Sovyetlere karşı kendine güvenli bir liman buluyordu. Makalede Mart 1945’te Türkiye ve Sovyetler arasında 1925 antlaşmasının geleceğine ilişkin yapılan ilk resmi görüşmeden Truman doktrinin ilanına kadar geçen süreç Amerikan politikasının dönüşümü ekseninde ele alınmaktadır.